Celaleddin Ada Fan Club
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Celaleddin Ada Fan Club


 
AnasayfaAnasayfa  KapıKapı  Latest imagesLatest images  AramaArama  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  

 

 ZEKÂT'IN TARİFİ VE ÖNEMİ

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
ADMİN

ADMİN


Mesaj Sayısı : 11
Kayıt tarihi : 01/08/10
Yaş : 35
Nerden : ANKARA/POLATLI

ZEKÂT'IN TARİFİ VE ÖNEMİ  Empty
MesajKonu: ZEKÂT'IN TARİFİ VE ÖNEMİ    ZEKÂT'IN TARİFİ VE ÖNEMİ  Icon_minitimePerş. Ağus. 12, 2010 1:37 pm


ZEKÂT'IN TARİFİ VE ÖNEMİ

854 Önce kelime üzerinde duralım. zekât; Arapça bir kelime olup, temizlik
ve üremek (çoğalmak) manalarına gelir.(1) İbn-i Abidin: "Zekât lûgatta üremekten
başka mânalara da gelir. Meselâ: Bereket, medih, senâ mânalarına da kullanılır.
Ama bu mânaların hepsi şer'î mânasında mevcuddur. Çünkü zekât, sahibini günahlardan
ve cimrilik sıfatından temizlediği gibi, malı da bir kısmını vermek sûretiyle
temiz pak eder. Onun için verilen cüzü kirli sayılır. Ve Resûlullah (sav)'in
âline (Hanedanına) haram olur"(2) hükmünü zikreder. İslâmî ıstılâhta zekât;
"Bir müslümanın, haşimi ve haşimi'nin kölesi olmayan mü'min bir fakire, ondan
hiçbir menfaat beklemeksizin, sırf Allahû Teâla (cc)'nın rızası için, malının
bazısını temlik etmektir."(3) Zekâtın şer'i şerifteki tarifi budur. Tebyin'de
de böyle tarif olunmuştur.

855 Kur'an-ı Kerim'de: "Namazınızı kılın ve zekâtınızı verin" emri, birçok
Ayet-i Kerimede tekrar tekrar beyan buyurulmuştur.(4) Esasen zekât ibadetinin
Kur'an-ı Kerim'in muhtelif sûrelerinde otuz iki defa zikredilmiş olması, meselenin
ehemmiyetini kavramamızı kolaylaştırmaktadır. Hz. Abdullah İbn-i Ömer (ra)'den
rivayet edilen bir Hadis-i Şerif'te: "İslâm beş şey üzerine bina olunmuştur.
(Bu beş şey) Kelime-i Şehadet getirmek, namaz kılmak, zekât vermek, hacc etmek
ve Ramazan-ı Şerif orucunu tutmaktır"(5) buyurulduğu bilinmektedir. Yine Resûl-i
Ekrem (sav)'in: "Mallarınızın zekâtını veriniz"(6) emrinin kat'iyyeti malûmdur.
Dolayısıyla zekât; kitab, sünnet ve icmai ümmetle farziyyeti kat'i olan bir
ibadettir. Nitekim Feteva-ı Hindiyye'de: "Zekât, muhkem bir farzdır. İnkâr
eden kâfir olur. Vermeyen ise öldürülür. Serahsi'nin Muhıyt'inde de böyledir"(7)
hükmü kayıtlıdır. Buradaki "Vermeyen ise öldürülür" hükmü üzerinde iyi tefekkür
etmek borcundayız.

856 Ebû Hureyre (ra)'den rivayet edilmiştir: "Resûl-i Ekrem (sav) vefat ettikten
sonra Hz. Ebû Bekir halife seçildi. O zaman arab kabilelerinden bir kısmı
(Zekât hususunda) isyan ederek küfre döndü. Hz. Ebû Bekir (ra) isyan eden
kabilelerle cihad etmeye karar verdi. Fakat Hz. Ömer (ra) buna mani olmak
için "Sen bu insanlarla nasıl cihad edersin? Halbuki Resûl-i Ekrem (sav) "İnsanlarla
"Lâ ilâhe illâllah, Muhammeden Resûlullah" deyinceye kadar cihad etmekle emrolundum.
Kim bu şehadeteyn'i söylerse, malını ve canını şer'i bir vecibe olmadıkça,
korumuş olur. Kalbinde gizlediğinin (Küfür ve şirkin) hesabı Allahû Teâla
(cc)'ya aittir" buyurmuştur. Sen de bunu biliyorsun" dedi. Hz. Ömer (ra)'in
bu sözü üzerine, Halife Hz. Ebû Bekir (ra): "Vallahi her kim namazla zekâtı
birbirinden ayırırsa, mutlaka onunla harbederim. Çünkü zekât malın hakkıdır.
Allahû Teâla (cc)'ya yemin ederim ki; Resûlullah Sallâllahü Aleyhi Vesellem'e
verdikleri bir dişi oğlağı benden esirgerlerse, bundan dolayı muhakkak onların
boynunu vururum" buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer (ra) dedi ki: "Vallahi bildim
ki, bu sözler Allahû Teâla (cc)'nın Hz. Ebû Bekir'in gönlünde meydana getirdiği
genişliğin bir eseridir. Bu sayede onlarla savaşmanın hak olduğunu öğrendim."(Cool
Yine İbn-i Ömer (ra)'den rivayet edilen bir Hadis-i Şerif'te Resûl-i Ekrem
(sav) şöyle buyurmuştur: "İnsanlarla "Lâ ilâhe illâllah, Muhammeden Resûlullah"
deyib, namaz kılıb, zekât verinceye kadar cihad etmekle memur kılındım."(9)


857 Kur'an-ı Kerim'de: "Ey iman edenler!.. Şu muhakkak ki (Yahudi) bilginlerinin
ve (Hıristiyan) rahiblerinin bir çoğu batıl (sebebler)le, insanların mallarını
yerler, (onları) Allah yolundan men ederler!.. Altını ve gümüşü yığıb ve biriktirip
de, onları Allah yolunda harcamayanlar (yokmu?), işte bunlara pek acıklı bir
azabı haber ver. O gün bunlar üzerinde (yakılacak) cehennem ateşinin içinde
kızdırılacak da, o kimselerin alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak,
"İşte bu (Denilecek) nefisleriniz için toplayıp sakladıklarınız. Artık saklayıp,
stok ettiğiniz bu nesneleri(n acısını haydi) tadın"(10) hükmü beyan buyurulmuştur.


858 Hz. Ömer (ra); bu Ayet-i Kerimede geçen "Stok hükmündeki (Kenz) malla"
ilgili olarak şöyle buyuruyor: "Zekâtı ödenen mal, toprak altında gömülü de
olsa stok hükmüne (kenz'e) dahil değildir. Kenz (Stok, istif) hükmündeki mal,
zekâtı edâ edilmeyen maldır. Zekâtı verilen mala gelince; o asla kenz (stok)
hükmünde değildir. Velev ki toprak altında gömülü olmasa da, zekâtı verilmeyen
malın sahibi, cehennemde dağlanacaktır"(11) İbn-i Abbas (ra) "Mallarını stok
edib, Allahû Teâla (cc) yolunda harcamayanlar" Ayet-i Kerimesini tefsir ederken,
"Allahû Teâla (cc) bununla, zekâtı verilmeyen malları ve o malların sahiblerinin
durumunu izah buyurmuştur"(12) hükmünü zikreder. Allahû Teâla (cc)'nın kendisine
ihsan buyurduğu malı; şer'i şerifin çizdiği hududlar içerisinde harcamayan
ve cimrilik sebebiyle zekât ibadetini terkeden kimselerin, hem bu dünyada
hem de ahirette azaba uğrayacakları kat'i nasslarla sabittir. Günümüzde "Zahiri"
ve "Batıni" malların zekâtını tahsil edecek bir "Ulû'lemr" olmadığı için;
zekât ibadetini hafife alanları cezalandırmak mümkün değildir. Ancak Allahû
Teâla (cc)'nın dinine ihlâsla bağlı olan mü'minlerin, bu hususta hassasiyet
gösterecekleri malûmdur.

ZEKÂTIN VÜCÛBUNUN ŞARTLARI

859 Zekâtın farz olması için; hem mükellefle, hem de malla ilgili, bazı şartların
tahakkuku gerekir. Şimdi bu şartların üzerinde duralım.

860 MÜSLÜMAN
OLMAK: Hanefi fûkahası: "Bir kimseye zekâtın farz olması için,
o şahsın müslüman olması şarttır. Zira zekât bir ibadettir. Kâfir ise ibadete
ehil değildir. "İslâm", zekâtın vücûbunun şartı olduğu gibi, bekâsının da
şartıdır. Kendisine zekât farz olduktan sonra irtidat eden bir kimseden zekâtın
farziyeti düşer"(13) hükmünde ittifak edilmiştir. Feteva-ı Hindiyye'de: "Darû'l
Harb'te müslüman olan bir kâfir, müslüman olduktan sonra orada senelerce yaşasa,
sonra da çıkıp Darû'l İslam'a gelse, bu kimseden "Ulû'lemr" zekât namına hiçbirşey
almaz. Çünkü bu kimse "Ulû'lemr'in" velâyeti altında değildir ki, kendisinden
zekât almak vâcib olsun. Ancak bu kimse; Darû'l İslâm'a gelmeden önce zekâtın
farz olduğunu biliyor idiyse, onun zekât vermesi ile fetva verilir. Darû'l
İslâm'da mûkim olan kimselerin durumu bu kaidenin hilâfınadır. Çünkü bu kimselerin
-velev ki zekâtın farz olduğunu bilmeseler bile- zekât vermeleri farzdır.
Siracü'l Vehhac'da da böyledir"(14) hükmü kayıtlıdır. Esâsen "Zahiri Malların"
(Gizlenmesi mümkün olmayan, açıktaki) zekâtı; "Ulû'lemr" tarafından görevlendirilen
"Amil" tarafından alınır.

861 HÜRRİYET:
Hanefi fûkahası: "Mülkiyetin tam olabilmesi için hürriyet şarttır. Köle'ye,
velev ki ticaret yapabilmesi için izin verilmiş dâhi olsa, zekât farz değildir."(15)
hükmünde ittifak etmiştir. Bir İslâm beldesi, istilâya uğrarsa, orda ikamet
eden müslümanlar, acil ihtiyaçlarının dışındaki bütün imkânlarını cihad için
sarfetmek mecburiyetindedirler.(16)

862 AKIL VE BÜLÛĞ: Bir kimseye zekâtın farz olması
için, o kimsenin akıllı ve bülûğa ermiş olması şarttır. Çocuğun ve delinin
zekât vermeleri farz değildir. Ancak deliliğin bir sene boyunca (İnkitasız)
devam etmesi şarttır. Nisab miktarı mala sahib olan kimse, sene başında ve
sonunda birkaç gün sıhhat bulursa, zekât vermesi farz olur. Baygın olan kimseler,
baygınlık hali bir yıl dahi devam etse, zekâta muhatabtırlar. Zira "Delilik"
teklifi düşürür, ancak "Baygınlık" teklifi düşürmez.(17)

863 NİSAB MİKTARI MALA SAHİP BULUNMAK: Resûl-i Ekrem
(sav) zekâtın sebebini; nisab miktarı mala sahib olmakla izah buyurmuştur.(18)
Nisab miktarından az olan mal için zekât farz olmaz.(19) Nisab miktarı; zekâtta
esas olan mallarda birbirinden farklıdır. Bu husus üzerinde daha sonra duracağız.


864 MALA TAM MALİK OLMAK: Zekâtın farz olmasının
şartlarından birisi de; kişinin mala tam sahib olmasıdır. El konulan ve sahibinin
tasarruf hakkı gasbedilen mallar da; zekâta tabi değildir.(20) Tam malik olmak;
malın kişinin elinin altında bulunmasıdır. Malı bulunduğu halde, elinin altında
olmazsa (meselâ; kadının kocasından olan mehri gibi) veya mal elinde olduğu
halde kişi ona tam sahip olmazsa (Mukâteb köle ve borçlu gibi) zekât vermek
farz olmaz.(21)

865 HAVAİC-İ ASLİYE'DEN FAZLA MAL: Malın; havaici-i
asliye'den (aslî ihtiyaçlardan) fazla olması ve nisaba ulaşması da şarttır.
İçinde oturulan eve, giyilen elbiseye, evin zaruri eşyalarına, binek hayvanlarına,
kullanılan silâhlara, aile fertlerinin senelik yiyeceğine, altın ve gümüşten
olmayan kap-kacağa zekât gerekmez. Ayrıca inci, yâkut, zümrüt ve benzeri maddeler
de, eğer ticaret için kullanılmıyorsa, zekâta dahil değildir. Nafaka temini
için; sanatkâr kimselerin kullanmış olduğu aletlere ve ilim ehlinin kitaplarına
da zekât gerekmez.(22)

866 BORÇLU OLMAMAK DA ŞARTTIR: Hanefi fûkahası: "Kullar
tarafından taleb edilen borçların hepsi zekâtın farz olmasına manidir"(23)
hükmünde ittifak etmiştir. Nezirler, keffâretler, fıtır sadakaları ve hacc
gibi, kullar tarafından istenilmeyen her borç, zekâtın farziyyetine mâni olmaz.
Bir kimsenin borcundan sonra, nisab miktarından fazla malı mevcudsa, ona zekât
vermek farz olur.(24) Borç olan kısmı yok hükmündedir. Zira o kendisinin değil,
bir başkasınındır.

867 NİSABIN NAMİ OLMASI ESASTIR: Zekâtın farz olmasının
şarlarından birisi de; malın nami (üreyici, çoğalıcı) olmasıdır.(25) Nemâ
(Çoğalma); ya doğma, doğurma, kazanma, kâr etme gibi "Hakiki" olur veya bir
kimsenin elinde durması (Kendisinin veya vekilinin) sebebiyle artmaya elverişli
olan mal gibi "Takdîri" olur. Hakiki nemâ da, takdirî nemâ da, hılki ve fiilî
olmak üzere ikişer kısma ayrılırlar. Hılkî olanlar; altın ve gümüştür. Çünkü
bunlar bizzat intifâ için, yani havaici asliyeyi gidermek için elverişli değildirler.
Ticaret için niyyet edilsin veya edilmesin, "Altın ve Gümüşün" zekâtı verilir.
Fiili olanlar ise, altın ve gümüşün dışında kalanlardır. Bunlarda nemâ; ticarete
niyet etmekle olur. Bilindiği gibi ticarete niyyet de, ya serahaten (açıkca)
beyanla veya delâleten sabit hâle gelir. Meselâ; ev yapmak için, bir arsa
alan kimse ile arsa ticareti yapan kimse arasında fark vardır. Bir malın zekâtının
verilmesi için, o malın sahibinin elinde bulunması ve malın artması veya temekkün
etmesi (yığılması) lâzımdır. Artması olmayan ve temekkünü bulunmayan mal için
zekât yoktur. Nitekim Dımar malı böyledir.(26) Hz. Ali (ra)'den rivayet edildiğine
göre; "Dımar malında zekât yoktur"(27) Mal-ı dımar: "Aslında bir kimsenin
malı olan ve onun milkine dahil bulunduğu sırada elinden çıkıp bir daha geri
dönmesi umulmayan mal demektir. Muhıyt'te de böyledir."(28) İnkâr edilen borç,
gömülüp tekrar bulunamayan mal, ve şahidleri, senetleri bulunmayan alacak
vs... Bunlar hep dımar malıdır.

868 "HAVELANÜ'L HAVL" ŞARTTIR: "Bir malda, üzerinden
tam bir yıl geçinceye kadar zekât yoktur"(29) Hadis-i Şerifini esas alan Hanefi
Fûkahası: "Zekâtın farz olmasının şartlarından birisi de, malın üzerinden
bir sene geçmesidir. Zekâtta kameri yıla itibar olunur. Nisab senenin başında
ve sonunda tamam olursa, sene içerisinde noksanlanmış olması, zekâtı düşürmez"(30)
hükmünde ittifak etmiştir.

869 Bir mükellefin; nisaba malik olduktan sonra, zekât vermekte acele etmesi
caizdir. Sebebleri mevcud olduğu için; geçmiş senelere ait zekâtları vermekte
acele etmek şarttır. İmam-ı Muhammed (rha) "Zekât "Fevri" olarak (derhal ödenmek
üzere) farzdır, tehiri caiz değildir. Zekâtını zamanında ödemeyen kimsenin
şahidliği kabul edilmez"(31) buyurmaktadır. Bu husus iyi düşünülmelidir.

ZEKÂT İBADETİ NASIL EDÂ EDİLİR?

870 Molla Hüsrev: "Allahû Teâla (cc)'nın emrine kat'i olarak ittiba ve O'nun
rızası için zekât'ı vermek esastır. Zira bu bir ibadettir. Allahû Teâla (cc):
"Halbuki onlar ancak Allah'a, O'nun dininde ihlâs erbabı olarak ibadet etmelerinden...
başkasıyla emrolunmamışlardır" hükmünü beyan etmektedir. Bu durumda, zekâtı
edâ eden mükellef için ihlâs lâzımdır"(32) diyerek, en hassas noktaya işaret
etmektedir. Çünkü insan; gerçekten mala düşkündür ve cimrilik sıfatıyla tanınır.
Kur'an-ı Kerim'de: "Kendileri cimrilik yapıp, insanlara da cimriliği emredenler,
bir de Allah'ın hazinesinden kendilerine verdiği nimetleri gizleyenler yok
'mu? Biz o nankörlere hor ve hakiyr edici bir azab hazırlamışızdır. Allah'a
ve ahiret gününe inanmadıkları halde mallarını insanlara gösteriş için sarfedenleri
(de Allah sevmez). Şeytan kime arkadaş olursa, o ne kötü bir arkadaştır"(33)
hükmü beyan buyurulmuştur.

871 NİYYET: Şurası malûmdur ki; zekât bir ibadettir.
Her ibadette olduğu gibi niyyet şarttır.(34) Mükellef; zekâtını vermek için
birisini vekil dahi tayin etse, niyyet etmesi esastır. Şayet bu şahsı vekil
tayin ederken değil de, bu vekile zekâtı teslim ederken niyet etmiş olsa caiz
olur. Miracü'd Diraye'de de böyledir. Bir mükellef; başka bir şahsa zekâtını
teslim edib, onu fakirlere vermesini emretse, bu şahıs fakirlere verirken
niyet etmese bu yine caiz olur. Çünkü bu durumda amirin (Emir veren mükellefin)
niyeti bulunmaktadır. Serahsi'nin Muhıyt'inde de böyledir.(35) Sonuç olarak;
zekâtın edâsının ilk şartı; niyyettir. Malûm olduğu üzere "Niyyet"; ibâdet
ile âdeti birbirinde ayırmak noktasından da, oldukça önemlidir.(36)

872 MİLK EDİNDİRMEK: Mükellefin; zekâtı müstehak
olan kimselerden birisine "Temlik"te bulunması, yani ona teslim etmesi de,
edâsının şartlarındandır.(37) Niyyet edib; zekâtı vaadetmekle bu ibadet edâ
edilmiş olmaz. Dolayısıylâ; hem niyyet, hem de tasadduk bir arada bulunmalıdır.
Ayrıca; zekât verdiği kimseye, "Kendisinden hiçbir menfaat beklemediğini,
Allahû Teâla (cc)'nın bu malı muhkem haberlerle kendisine verdiğini" beyanla,
meselenin mahiyetini izah etmelidir. Ta ki; hem zekât veren, hem de zekâtı
alan, nefsine herhangi bir pay ayırmasın!..

ÂMİL'DE (ZEKÂT MEMURUNDA) ARANAN VASIFLAR

873 İmam-ı Serahsi (rh.a) zekâtın farziyetini izah ederken "Allahû Teâla (cc):
"Onların (Mü'minlerin) mallarından sadaka al ki, bununla kendilerini (günahlarından)
temizlemiş, bununla onların (hasenatını) bereketlendirmiş olasın" (Et Tevbe
Sûresi: 103) hükmünü beyan etmektedir. Ayrıca bu konuda sünnet de sabit olmuştur"(38)
buyurmaktadır. Resûl-i Ekrem (sav)'in Hz. Muaz b. Cebel'i (ra) Yemen'e gönderirken:
"Ey Muaz!.. Sen zekâtı müslümanların zenginlerinden al ve onların (Müslümanların)
fakirlerine ver"(39) buyurduğu da bilinmektedir. Hanefi fûkahası nası şer'i
delilleri esas alarak; "Zekât toplama hakkı "Ulû'lemr'e" aittir. Öyle ise
bu hakkı; hiç kimsenin, iptal etmeye yetkisi yoktur"(40) hükmünde ittifak
etmiştir. Esasen Resûl-i Ekrem (sav), Hz. Ebû Bekir (ra) ve Hz. Ömer (ra)
dönemlerinde; hem zahirî hem de batınî malların zekâtları, "Âmiller" kanalı
ile toplanılmıştır. Hz. Osman (ra); bâtınî malların (Gizlenebilen, para, altın,
gümüş vs.) zekâtını sahipleri tarafından ödenmesi hususundaki kararını halka
şu hutbesiyle açıklıyor; Saib b. Yezid (ra) diyor ki; Osman b. Affan (ra)'ın
minbere çıkarak şöyle dediğini duydum: "Bu ay, zekât verme ayıdır. Kimin üzerinde
zekât borcu varsa, borcunu ödesin". Bu şekilde batınî malların zekâtını sahiplerinin
emrine bırakmış, ondan sonra da bu durum devam etmiştir.(41) Resûl-i Ekrem
(sav)'in âmilleri şunlardır: Hz. Ömer, Hz. Abdullah İbn-i Mesûd, Hz. Muaz
b. Cebel, Hz. Ebû Cehm b. Huzeyfe, Hz. Ukbe b. Amir, Hz. Kays b. Sabit, Hz.
Ukbe b. Samit, Hz. Bureyde b. Husayb, Hz. Ubhad b. Beşr El Eşheli, Hz. Rafii
b. Mekis, Hz. Büsr b. Süfyan El Ka'bi, Hz. Muhacir b. Ebi Ümeyye, Hz. Ziyad
b. Lebid, Hz. Malik b. Nüveyre, Hz. Zeberkan b. Bedr, Hz. Kays b. Âsım ve
Hz. A'lâ b. Hadremi!..

874 Hz. Enes b. Malik (ra)'dan rivayet edildiğine göre, Beni Temim kabilesinden
bir adam Resûl-i Ekrem (sav)'e gelerek: "Ya Resûlullah!.. Zekâtı senin gönderdiğin
memura verdiğim zaman, Allah'a ve Resûlüne karşı mes'uliyetten kurtulur muyum?"
diye sordu. Resûl-i Ekrem (sav): "Evet, zekâtı benim gönderdiğim memura ödediğin
zaman kurtulur, beraat edersin. Ödediğin zekâtın mükafatı sana, (Eğer değiştirirse)
günahı da, değiştirene aittir"(42) Cevabını verdi. Feteva-ı Hindiyye'de: "Âmil,
açık olan malların zekâtını aldığı gibi, tüccarın yanında bulunan gizli malların
da zekâtlarını alır. Kafi'de de böyledir. Âmil'in; hür, mü'min olması ve haşimi
olmaması şarttır. Gaye'den naklen Bahru'r Raik'te de böyledir"(43) hükmü kayıtlıdır.
Darû'l İslâm'da; bir mükellef "Âmil'i" beklemeden zahiri mallarının zekâtını
vermiş olsa; "Ben zekâtımı şehirdeki fakirlere verdim" diye yemin etse dahi,
tekrar zekât alınır. Birinci vermiş olduğu "Sadaka" olur; ikinci verdiği (Âmil'e
ödediği) Zekâttır"(44) Ancak batınî (görünürde olmayan, para, altın ve gümüş
vs. gibi) mallarda, mükellefin sözü tasdik edilir.

875 Âmil; aynı zamanda gayr-i müslimlerden (Zimmilerden) "Cizye'yi" de, tahsil
etme durumundadır.(45) Mü'minlerin Ulû'lemr'ine karşı ayaklanan âsî ve bağyi'ler
bir memur tayin ederek; müslümanlardan zekât toplamış olsalar, "Ulû'lemr"
onlardan ikinci defa zekât alır.(46) Zira âsî ve Bağyi'lerin, zekât toplama
hakları yoktur, bu "Velâyet'le" ilgili bir husustur. Müslümanların; "Ulû'lemr'e"
karşı ayaklanan asi ve bağyilere "Zekât"larını vermiş olmaları, kendi kusurlarıdır.
Ancak asi ve bağyilerin; çok güçlü olma durumlarında hüküm değişir.(47)

876 Ulû'lemr'in görevlendirdiği kimse (Âmil veya Âşir) "Harbi'lerle" de muhatabtır.
Darû'l Harb'te ikamet eden müslümanlardan; ne kadar vergi alınıyorsa, Darû'l
İslâm'a ticaret niyetiyle gelen Harbi'den de o kadar alınır.(48) Sözleri tasdik
edilebilecek hallerde, mü'minlerle, zimmiler arasında fark yoktur. Ancak Harbi'nin
hiçbir sözüne güvenilemez. Darû'l İslâm'da ikamet eden gayr-i müslimler (Zimmiler),
İslâm fıkhına tabi oldukları için, Harbilerden üstündürler.

"ZEKÂT" VE "VERGİ" ARASINDAKİ FARK

877 Şurası muhakkaktır ki; "Zekât" ile "Vergi" arasında, teşri kaynağı, gaye,
miktar ve harcanacağı yerler noktasından izahı mümkün olmayan farklar vardır.
Zekât; Allahû Teâla (cc)'nın koyduğu bir ibadettir. Hangi maldan, hangi süre
içerisinde, ne kadar ve kimlere verileceği Resûl-i Ekrem (sav) tarafından
izah buyurulmuştur!.. Bu şer'i hududlara hiç kimsenin tecavüz etmesi veya
onu değiştirmesi mümkün değildir. "Vergi" ise; insanların ihtiyaçlar sebebiyle,
kendi akıllarına göre tayin ettikleri ve ibadet olma özelliği bulunmayan iktisâdî
bir olaydır. Darû'l İslâm' da dahi; Beytülmal'de "Zekât" bölümü, diğerlerinden
ayrı mütalâa edilir. Zira masraf yerleri birbirinden farklıdır.

878 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Ölüm tehlikesi olmadığı süre içerisinde, mü'min
için kendisini zelil etmek yoktur. Ancak ölüm tehlikesi anında, bu tehlikeyi
hangi yolla defetmek mümkün olursa, o vâcibtir"(49) buyurduğu bilinmektedir.
Bir İslâm beldesi istilâya uğrarsa; mü'minler malları ve canlarıyla cihad
ederler. "Esâret" hayatı başlarsa, kendi içlerinden seçtikleri emir, müstevlilerle
olan ilişkilerde maslahat tayin edebilir. Dolayısıyla mü'minlerin; müstevli
kâfirlere karşı sevgi ve muhabbet beslemeleri düşünülemez. Onlara gönül rızasıyla
vergi de ödemezler.

879 Hanefi fûkahası; "Darû'l İslâm'da zalim bir yönetimin koyduğu haksız vergilerin
ödenip-ödenmeyeceği konusunda" ihtilâf etmiştir. Dürri'l Muhtar'da "Haksız
yere alınan vergiyi ve zulmü kendisinden defetmek evlâdır. Meğer ki bu kimsenin
hissesini, diğerleri üzerine almış olsunlar" hükmü kayıtlıdır. İbn-i Abidin
bu metni şerhederken; ihtilâfları kaydettikten sonra: "Ben derim ki, bu cevap
söz götürür. Zira alması haram olan şeyin, vermesi de haramdır. Nitekim Eşbah'ta
beyan edilmiştir. Bundan yalnız zaruret müstesnadır. Şayet zâlim ne sûrette
olursa olsun, o malı alacaksa, kendi payına düşeni vermekten aciz olan kimse,
verdiğinden dolayı günahkâr olmaz. Kâdir olan kimse bunun gibi değildir. O,
alması haram olan şeyi vermekle, zulme kendi arzusuyla yardımcı olmuş olur"(50)
buyurmaktadır. Feteva-ı Hindiyye'de: "Zamanımızın zâlim yönetimlerinin (Devletleri'nin)
zekât, öşür, haraç, vergi ve benzerlerini almaları halinde, essah olan bu
borçların sakıt olduğudur. Ancak bunları verdikleri mükelleflerin niyyet etmeleri
gerekir. Tatarhaniye'de de böyledir"(51) hükmü kayıtlıdır. Meselenin özü şudur:
"Müslümanlar, içinde yaşadıkları siyasi coğrafya'da Cum'a ve Bayram Namazlarını
edâ edebiliyorlarsa iki hal sözkonusudur.

Birincisi: Onlar İslâm ahkâmı ile hükmeden adil bir yönetim içindedirler.
Bu durumda zekâtlarını ve vergilerini gönül huzuruyla "Âmil'lere" teslim edebilir.


İkincisi: Câir bir yönetimle karşı-karşıyadırlar. Ancak Cum'a ve Bayram Namazlarını
edâ ederek, orada hâkimiyetlerinin varlığını ilân etmişlerdir. Bu durumda
cair yönetimin (Zalimlerin) âmillerine; zekât ve öşürlerini teslim ederken
niyyet ederler ve bu borç sakıt olur. ancak âdil veya câir bir imamın (Ulû'lemr'in)
yönetimi altında olmayan beldelerde, mü'minler küfür ahkâmına muhatab oldukları
için "Esir" hükmündedirler. Küfür ahkâmı ile hükmeden yönetimlerin memurlarına;
zekât ve öşürlerini kat'iyyen veremezler. Verseler de sahih olmaz. Esâsen
o beldelerdeki müslümanlar, acil ihtiyaçlarının dışındaki bütün varlıklarını,
cihad için harcamak mecburiyetindedirler.

ZEKÂT KİMLERE VERİLİR?

880 Kur'an-ı Kerim'de: "Sadakalar Allah'tan bir farz olarak fakirlere, miskinlere,
(Sadakaların) üzerine me'mur olanlara, (Âmil'lere), kalbleri ısındırılmak
istenenlere (Müellefe'ye), kölelere, gârimine (borçlulara), Allah yolunda
(harcamaya) ve yolculara mahsustur. Allah hakkı ile bilendir. Tam bir hüküm
ve hikmet sahibidir"(52) hükmü beyan buyurulmuştur.

881 FAKİRLER: Nisab miktarından az malı olan kimseye
fakir denir.(53) Ayrıca nisab miktarına ulaşmış malı olmasına rağmen, nâmi
(Üreyici) olmayan mala sahib olan kimseye de, fakir denilmiştir. Zira bunların
da, ihtiyaç hâli devam eder. Zekâtı, fakir olan ilim ehline vermek, fakir
olan cahile vermekten daha efdaldir. Zahidi'de de böyledir.(54)

882 MİSKİNLER: Hiçbir şeyi bulunmayıp, dilenerek
hayatını idâme ettiren kimselere "Miskin" denir.(55) Molla Hüsrev: "İçinde
bulunduğu gün için yiyeceği olan kimsenin dilenmesi helâl değildir"(56) buyurmaktadır.
Dolayısıyla "Fakir" ile "Miskin" arasındaki en önemli fark buradadır. Fakir'in;
nisab miktarına ulaşmamakla birlikte malı mevcuddur ve dilenmesi helâl değildir.
Miskin'in ise; hiçbir şeyi bulunmayıp, dilenmesi helâldır.

883 "ÂMİL'LER" (ZEKÂT MEMURLARI): Âmil; "Ulû'lemr'in,
zahiri malların zekât ve öşürünü toplamak üzere tayin edib, memur eylediği
kimselerdir. Kâfi'de de böyledir.(57) Bir mükellef, kendi malının zekâtını
bizzat kendisi "Ulû'lemr'e" verirse, âmil bu zekât'tan hisse almaya hak kazanamaz.
Serahsi'nin Muhıyt'inde de böyledir. Amil, zengin dahi olsa sırf zekât işi
ile meşgul olduğu için oradan geçimini temin edebilir.(58)

884 BORÇLULAR (GÂRİM): Borcu olup, nisab miktarı
mala sahip olmayan veya insanlarda alacağı olup da, alması mümkün olmayan
kimselere de zekât verilir.(59) Bazı ulemâ gârim zümresine, herhangi bir felâkete
(Yangın, kaza vs.) uğramış mü'minleri de, dahil etmiştir.

885 MÜKÂTEB KÖLELER VE CÂRİYELER: Bir bedel mukâbilinde
azad edilmek üzere efendisi ile mukâvele yapmış bulunan köle ve câriyeye "Mükâteb"
denir. Onları kölelikten ve cariyelikten kurtarıb, hürriyetlerine kavuşturmak
için zekât verilir.(60) Ancak Hâşimi'lerin mükâteblerine zekât vermek caiz
olmaz. Çünkü kölenin mülkü de efendisine aittir. Halbuki Hâşimi'lere zekât
haramdır.(61)

886 ALLAH YOLUNDA CİHAD EDENLER: Ebû Yusuf (rh.a)'a
göre; fakirlikleri dolayısıyla cihada katılamayan gazilere (Mücahidlere) zekât
verilir. İmam-ı Muhammed (rh.a) "Allah yolunda olanlardan" murad, hacc yolunda
(Malını ve vâsıtasını kaybetmiş) fakir kimselerdir.(62) Sahih olan İmam-ı
Yusuf (rh.a)'un kavlidir.(63) İbn-i Abidin: "Ben derim ki; Onu ben de Cemiû'l
Feteva'da gördüm. İbaresi şudur: "Mebsut'ta beyan edildiğine göre, nisaba
malik olan kimseye zekât vermek caiz değildir. Ancak İlim öğrenene, gaziye
ve hacc kafilesinden ayrılmış olan kimseye verilebilir. Çünkü Peygamber (sav):
"İlim öğrenene zekât vermek caizdir. Velev ki kırk yıllık nafakası olsun"
buyurmuştur. İlimden murad şer'î ilimdir. Kendini öğrenmeye ve öğretmeye vermek
şartı ile sözünden murad, bundan başkası ile ilişkisi olmamaktır"(64) hükmünü
zikreder. Bahsin devamında da; öğrencinin fakir olmasına dikkat edilmesini
hâssaten tasrih etmiştir.

887 YOLCU (İBN-İ SEBİL): Yolcudan maksad; malı memleketinde
kalıp, elinde birşey bulunmayan garib kimsedir. Molla Hüsrev: "İbn-i Sebil
diye isimlendirmenin sebebi, yolculuk (Sefer) ona gerekli olduğu içindir.
Her ne kadar; aslî vatanında malı mevcud ise de, sefer halinde ona uluşmaya
kâadir olmadığından, ihtiyacı kadar alması caizdir. İhtiyacından fazlasını
alması ise helâl olmaz"(65) buyurmaktadır. Memleketinde malı olan yolcunun,
zekât yerine borç alması daha efdaldir.(66)

"MÜELLİFE-İ KULÛB" MESELESİ

888 Önce müellife (kalbleri te'lif edilecek, ısındırılacak) kimdir? sualine
cevab arayalım. İmam-ı Kasani: "Müellife-i Kulûb, Kureyş'in reislerinden ve
arapların önde gelen kimseleridir ki, Ebû Süfyan b. Harb, Safvan b. Ümeyye,
Uyeyne İbn-i Hısn-i Firazi, Ekra b. Habis, Abbas İbn-i Mirdat, Malik İbn-i
Avf onlardandır. Bunlar kendi kavimleri (kabileleri) arasında nüfûz, kuvvet,
şeref ve çok bağlıları bulunan şahıslardı. Bazıları hakikaten mü'min olmuşlardı,
bazıları zâhiren müslüman, gerçekte münâfıklar zümresindendi, üçüncü bir kısmı
da kâfirdiler."(67) hükmünü beyanla, müellife'nin tek bir akaidle açıklanamıyacağını
kaydediyor. Hz. Ebû Bekir (ra)'in hilâfeti döneminde Ekra b. Habis ile Uyeyne
b. Hısn-i Firazi, çevrelerinde bulunan arazilerin "Müellife-i Kulûb" hakkı
olarak kendilerine verilmesini taleb ettiler. Hz. Ömer (ra) kadı'lık görevini
yürütüyordu. Kendilerine; "bunun mümkün olmadığını, Allahû Teâla (cc)'nın
İslâm'ı aziz kâldığını ve kendilerine muhtaç olmadıklarını" beyanla, "Müellife-i
Kulûb" hissesinin kaldırıldığını ilân etti.(68) Fûkaha; bu hususta sahâbe-i
kiram'ın icma'sının tahakkuk ettiğini zikretmektedir.(69) İbn-i Nüceym bu
icma'nın; mü'minlerle-kâfirler arasında dostluğun kesildiğini beyan eden Âyet-i
Kerimelere dayandığını, farz ve vacib olan hiçbir sadakanın kâfire verilmeyeceğini
beyan etmektedir.(70) İmam-ı Merginani: "Zekâtın verileceği yerler sekiz sınıftır.
Müellife-i Kulûb ise düşmüştür. Çünkü Allahû Teâla (cc) İslâm'ı aziz kıldı,
onlara (Müellife-i Kulûb'a) muhtaç etmedi. İşte icma bunun üzerine mün'akid
oldu"(71) hükmünü zikreder. Dolayısıyla; "Müellife-i Kulûb'a", sırf bu noktaları
esas alınarak zekât verilmez. İbn-i Abidin: "Müellife-i Kulûb'un müslüman
fakirlerine, fakirlik vasfından dolayı zekât verilir, müellife'den olmasına
bakılarak verilmez"(72) hükmünü beyan eder.

889 Zekât; mahiyetini beyan ettiğimiz yedi sınıfın bütün ferdlerine veya bazısına
temlik yoluyla (Milk edindirmek, vermek sûretiyle) edâ edilir.(73) İmam-ı
Şafii (rh.a) "Her sınıftan en az üç kişiye verilmek sûretiyle edâ edileceğini"
esas almıştır.(74) Dürri'l Muhtar'da: "Zekât veren kimse, bu sınıfların hepsine
veya bazısına -velev ki herhangi sınıftan bir kişiye olsun- verebilir. Çünkü
cins bildiren "Elif lâm", topluluğu iptal eder. Şafii her sınıftan üç kişiye
verilmesini şart koşmuştur" hükmü kayıtlıdır. İbn-i Abidin bu metni şerhederken
"Cins bildiren" "Elif, lâm" topluluğu iptal eder" hükmünü şu şekilde izah
ediyor: "Cins bildiren "Elif lâm"dan murad; ayetteki "lilfûkarai" kelimesinin
başındaki harf-i tariftir. Bu harf-i tarif cinse, yani hakikate delâlet eder.
Halebi diyor ki, "Bu yedi sınıf zekât ehlinden sadece bir kişiye vermenin
caiz olduğunu ta'lildir. Yalnız bir sınıfa vermenin caiz olmasına gelince,
onun illeti şudur: Ayetten murad, kendilerine zekât vermek caiz olan sınıfları
beyan etmektir, yoksa onlara vermeyi tayin etmek değildir.""(75) Firaset sahibi
her mü'min kabul eder ki; gününüzde "Ulû'lemr" ve onun zekât toplamakla görevlendirdiği
"Âmil" yoktur. Ayrıca Allah (cc) yolunda silâhlı mücadele veren fakir mücahidlerin
sayısı da oldukça azdır. "Mükâteb köle'nin de" bulunmadığı dikkate alınırsa,
geriye: Fakir, miskin, yolcu ve borçlu kalır!..

890 Zekât verilen mal, nisab miktarına ulaşmıyorsa, bunu tek bir kişiye vermek
daha efdaldir. Zahidi 'de de böyledir.(76) Ancak nisab miktarını aşarsa, bir
kişiye vermek mekrûh olur. Zira bu fiilde, karşıdakini "Zengin" duruma getirmek
vardır. Bu gibi hallerde; birkaç fakir arasında taksim edilir.

ZEKÂT VERMENİN CÂİZ OLMADIĞI YERLER

891 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Zengin olan bir kimseye zekât malı helâl olmaz"(77)
buyurduğu bilinmektedir. Hanefi fûkahası, bu hadis-i şerifi esas alarak: "Zekât'ın,
zengin olan kimseye verilmesi caiz değildir. Ayrıca zengin olan mü'minin;
kölesine ve akıl-baliğ olmamış çocuğuna da zekât verilmez. Çünkü kölenin malı
efendisinin olduğu gibi, bülûğa ermemiş çocuğun da nafakası babasına aittir.
Zengin olan kimsenin karısına da, nafaka ve menfaat yönünden şüphe bulunduğu
için vermemek esastır"(78) hükmünde ittifak etmiştir. Ancak köle "Mükateb"
duruma geçer ve çocuk da bülûğa ererse; zekât vermekte beis yoktur. Ayrıca
zengin olan kimsenin; karısı çok fakirse ve mal ayrılığına riayet olunuyorsa
zekât verilebilir.

892 Menfaatleri müşterek olduğu için, zengin bir kocanın, fakir olan karısına
zekât vermesi mümkün değildir. Aynı şekilde zengin olan kadın da, fakir olan
kocasına zekât veremez.(79)

893 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Ey Haşimoğulları!.. Şüphesiz Allahû Teâla (cc)
insanların mallarının kirlerini ve pisliklerini size haram kıldı."(80) Hadis-i
Şerifini esas alan Hanefi fûkahası: "Haşimoğullarına ve onların mükâteb kölelerine
zekât vermek caiz değildir"(81) hükmünde ittifak etmiştir. "Haşimoğulları"ndan
murad; Resûl-i Ekrem (sav)'in amcası Hz. Abbas (ra)'ın evlâd ve ahfadıyla,
diğer amcası Ebû Talib'in oğulları, Hz. Ali (ra)'nin, Hz. Cafer (ra)'in ve
Hz. Akil (ra)'in evlâd ve ahfadı, bir de Abdulmüttalib b. Hars'ın evlâd ve
ahfadıdır.(82) "Beni Haşim"den, bu sayılanların dışında kalanlara zekât vermek
caiz olur. Meselâ: Ebû Leheb'in zürriyetinden gelenler gibi!.. Çünkü onlar
Resûl-i Ekrem (sav)'e yardım etmediler. Siracü'l Vehhac'ta da böyledir. Zekât,
Nezir, Öşür ve Keffâret gibi verilmesi icabeden sadakalar, Beni Haşim'e verilmez.
Ancak bunlara nafile sadakaları vermek caizdir. Kafi'de de böyledir. Beni
Haşim'in kölelerine de zekât verilemez. Kenz Şerhi Ayn'de de böyledir. Beni
Haşim'den; fakir olanlara madenlerin ve definelerin beşte birini vermek caizdir.
Cevheretü'n Neyyire'de de böyledir.(83) Resûl-i Ekrem (sav): "Ey Beni Haşim,
Allahû Teâla (cc) bunun (Zekât'ın) yerine size humus'un humusunu (Ganimet'lerin
beşte birinden) bedel kıldı"(84) hükmünü beyan etmiştir. Dolayısıyla Haşim
oğullarına, kazancının en temizi ve en efdali olan ganimetten payları verilir.
Bilindiği gibi, ganimetler önce humus'a (beş'e) bölünür, bunun biri Allahû
Teâla (cc) ve Resûlü (sav)'ne aittir. İşte bu beşte birin beşte biri, "Beni
Haşim'in" payıdır.

894 Bilindiği gibi zekâtın edâ edilebilmesi için temlik (Milk edindirmek)
şarttır. Bu genel kaideyi esas alan Hanefi fûkahası: "Zekât parası ile mescid
yaptırmak, yolları tamir ettirmek, su kanalları açmak, müsafirhane ve hastahaneler
inşaa ettirmek caiz olmadığı gibi, bir ölüye kefen almak veya borcunu ödemek
de caiz değildir"(85) hükmünde ittifak etmiştir. Çünkü bu fiillerde temlik
(Milk edindirmek) yoktur. Yine "Demokratik-Laik bir devlet'te", meclislerin
çıkardığı kanunlarla teşekkül eden; siyasi partiler, Çocuk Esirgeme Kurumu,
Kızılay ve bunun gibi derneklere "Zekât" verilemez. Çünkü bunlar hükmi birer
şahsiyet kabul edilir. Bizzat ferd hükmünde değildir. Hiçbir hükmî şahsiyet;
açlık tehlikesi geçirmez, çünkü canlı değildir. Ayrıca Laik devlet; "Din ile
Devlet işlerinin ayrılığı" ilkesine dayanır. Bu hükmî şahsiyetler ise; İslâm'ın
değil, devletin hükümlerine göre vücût bulmuşlardır.

895 Resûl-i Ekrem (sav)'in Hz. Muaz (ra)'a hitâben: "Ey Muaz!.. Sen ehl-i
kitab bir kavmin yanına gidiyorsun. Onları "Allah'tan başka ilâh olmadığına
ve benim Allah'ın Resûlü olduğuma" şehadete davet et!.. Eğer senin bu davetini
kabul ederlerse, kendilerine tebliğ et ki, Allah (cc) onlara her gün ve her
gecede beş vakit namazı farz kılmıştır. Bu hususta da sana itaat ederlerse,
onlara bildir ki, Allahû Teâla (cc) kendilerine zekâtı farz kılmıştır. Bu
onların zenginlerinden alınacak, fakirlerine verilecektir."(86) buyurduğu
bilinmektedir. Hanefi fûkahası bu hadis-i şerifteki: "Bu onların (Müslümanların)
zenginlerinden alınıp fakirlerine verilecektir" hükmünü esas alarak, "Zekâtın
hiçbir zimmi (Zimmet akdi imzalamış gayr-i müslim) ve Harbi'ye, yani küfür
ehlinden hiç kimseye verilemiyeceği" hususunda ittifak etmiştir.(87) "Peki
diğer sadakalarda durum nedir?" sualine cevap arıyalım. Resûl-i Ekrem (sav)'in:
"Din ehline sadaka veriniz"(88) Hadis-i Şerifini esas alan İmam-ı Azam ve
İmam-ı Muhammed (rh.a), nafile olan sadakaların zimmet ehline verilebileceğini
beyan etmişlerdir. İmam-ı Şafii ve İmam-ı Yusuf (rh.a) ise, Hz. Muaz (ra)'a
hitaben Resûl-i Ekrem (sav)'in emrinin, diğerlerini neshettiğini esas alarak;
farz veya nafile hiçbir sadakanın küfür ehline verilemeyeceğine kail olmuşlardır.(89)
Sonuç olarak; farz olan zekâtın kâfire verilemeyeceği hususunda tam bir ittifak
vardır. Nafile olan sadaka hususunda ise iki ayrı ictihadla karşı karşıyayız.
Ancak günümüzde Ulû'lemr ile zimmet akdi yapmış; herhangi bir gayr-i müslimden
söz edemeyeceğimiz için, farz veya nafile hiçbir sadakanın küfür ehline verilmemesi
esastır. Darû'l İslâm'da; Nafile sadakada, durum değişir.

896 Zekât vermekle mükellef olan mü'min zekâtını; babasına, dedesine ve bunun
gibi ne kadar yukarı çıkarsa çıksın "Usûlüne", oğluna, torununa ve bunun gibi
ne kadar aşağı inerse insin "Furû'una" veremez. Çünkü usûl ve fürûu arasında
milk menfaatleri iç-içedir. O halde bütün şartlarıyla temlik (Milk edindirme)
gerçekleşemez.(90) Aynı şekilde kölesine, ümmü veledine ve bir kısmını azad
ettiği mükâtebine de zekât veremez. Çünkü menfaat ve milk şüphesi sözkonusudur.
Zekâtı bunların dışındaki kimselere vermek mecburiyetindedir. Ancak nafakası
ile mükellef olmadığı fakir akrabalarına vermesi müstehabdır.(91) Bir kimse,
zekâtına mahsuben bir fakiri evinde oturtsa veya yemek yedirmiş olsa, temlik
(Milk edindirme) gerçekleşmediği için zekât yerine caiz olmaz.

897 Mükellefin zekâtı edâ etmeden önce; zekât vermeyi düşündüğü kimsenin halini
araştırması caizdir. Durumu şüpheli olan bir kimseye gerekli tahkikat yapmadan
(Araştırıp-soruşturmadan) zekâtını veren mükellef, eğer o kimse Haşimi çıkarsa
veya zengin olduğu anlaşılırsa, vermiş olduğu zekât fesada uğrar. Ancak gerekli
tahkikatı yaptıktan sonra (yâni araştırıp-soruşturduktan sonra) zekâtını verir,
vermiş olduğu kimse zengin veya Haşimi çıkarsa, zekâtı sahih olur. Tekrar
vermesi gerekmez.(92) Çünkü bu tıpkı, sahrada kıble yönünü bilmeyen, musallinin
durumu gibidir. Gerekli alâmetlere baktıktan sonra, musalli "Kıble istikametin
de" isabet edemese dahi, namazı sahih olur. Zekâtta da, gerekli araştırma
yapıldığı zaman; isabet edilemese dahi, zekât sahih olur. Ancak araştırma
yapılmadığı zaman, sahih olmaz.

898 Zekâtını verip-vermediği hususunda şüpheye düşen mükellefin zekâtını yeniden
vermesi gerekir.(93) Nisab miktarı mala sahip olup, bunun üzerinden bir yıl
geçtikten sonra, zekâtını edâ etmeyen mükellef, malı helâk olsa dahi o malın
zekâtını ödemek zorundadır. Bir kimse bir ticaret malını, başka bir ticaret
malıyla değiştirse, mal helâk olmuş sayılmaz. Değişen malın aynı cinsten veya
ayrı cinsten olması müsavidir. Bu hususta ihtilâf yoktur.(94)

HANGİ MALLAR ZEKÂTA TABİDİR?

899 Önce "Mal" ve Milkiyet" kavramları üzerinde duralım. Kur'an-ı Kerim'de
"Yeryüzünde neler varsa hepsini sizin için yarattı"(95) hükmü beyan buyurulmuştur.
Bu ayet-i Kerime'yi esas alan İslâm ûleması: "İnsanların ihtiyaçlarını karşılamak
için Allahû Teâla (cc) tarafından yaratılmış ve istenildiği zaman elde edilib
kullanılabilen insandan maada (gayri) şeylere mal denir"(96) tarifini esas
almıştır. İmam-ı Şafii (rh.a) haramı ihtiyaç olarak kabul etmediği için "İhtiyaçlarımızı
karşılayan şeylere mal denir" tâbirini benimsemiştir.(97) Dikkat edilirse;
her iki tarifte de ortak nokta; insanların ihtiyaçlarının karşılanmasıdır.
"Mülkiyet" ve "Milkiyet" kavramlarına gelince!.. Arapçada (M-L-K) kökünden
gelen bu kelime hem "Mülk", hem de "Milk" olarak okunmaktadır. Mülk; daha
ziyade siyasi iktidar ve hüküm koyma manasına kullanılmıştır.(98) "Lehû'l
Mülk" (Mülk O'nundur, Allah'ındır) denildiği zaman, bununla hüküm koyma hakkı
kasdedilir. Kur'an-ı Kerim'de "Hz. Dâvud (as)'un kıssası" beyan buyurulurken:
"Onun mülkünü de kuvvetlendirdik. Ona hikmet ve fasl-ı hitab verdik"(99) buyurulmuştur.
Müfessirler; bu Ayet-i Kerimedeki "Mülk'ten" kasdın; siyasi güç, zafer ve
büyük ordular olduğunu kaydetmektedirler.(100) Esâsen "Mülkün Allahû Teâla
(cc)'ya ait olduğunu" beyan buyuran bütün Ayet-i kerimelerde, hüküm koyma
hakkı üzerinde de durulmuştur, "Milk" kelimesi ise; daha ziyade mala sahip
olma manasına kullanılmıştır. Ancak Türkçe'de "Mülkiyet" kelimesinin yerine
saltanat kullanıldığı için, fazla yaygınlaşmamıştır. Osmanlı döneminde sultanlara
"Allah (cc) mülkünüzü daim kılsın" şeklinde dua etmek âdet haline dönüşmüştür.
Günümüzde siyasi iktidar manasında kullanılan "Mülkiyet" ile, mala sahip olma
manasındaki "Milkiyet" kavramları içiçe girmiştir. Genellikle de "Mülkiyet"
şeklinde kullanılmaktadır. Şimdi "Milkiyet nedir?" sualine cevap arayalım.
İmam-ı Kasani: "Milkiyet; tasarrufa konu olabilen mal-ı mütekavvim üzerinde,
tasarrufta bulunabilmek için Şâri'in (Allahû Teâla (cc) ve Resûlünün) bahşetmiş
olduğu yetki ve iktidardır"(101) tarifini yapıyor. İşte zekâta tâbi olan mallar,
bu tarifin mahiyeti içerisindedir.

SAİME'LERİN (OTLAK HAYVANLARININ) ZEKÂTI

900 Önce "Saime" kelimesi üzerinde duralım: Kırlarda ve otlaklarda güdülen,
nesillerinin çoğalması, süt ve yağlarının artması ve ticâri gayelerle beslenilen
hayvanlara "Saime" denir.(102) Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Kendisine yük yüklenen
ve çalıştırılan hayvanlarla, çift süren sığırlarda zekât yoktur"(103) Hadis-i
Şerifini esas alan Hanefi fûkahası; kırlarda otlatılmayan ve ticâret niyetiyle
beslenmeyen hayvanlardan zekât alınmayacağı" hususunda ittifak etmiştir. Yâni
yük taşımak ve binmek için beslenen veya çift sürmek için bulundurulan hayvanlara
zekât düşmez. Ayrıca senenin bazı aylarında kırlarda otlatılan, bazı aylarında
evlerde beslenilen hayvanlar, şayet senenin yarısından fazla kırlada otlatılırsa
"Saime" hükmüne dahil olur. Senenin yarısında veya daha az kırlarda otlatılan,
geri kalan sürede evlerde yemle beslenen hayvanlar saime hükmüne dahil değildir.
Onlara zekât farz olmaz.(104) Şimdi "Saime" hükmünde olan hayvanlarda, nisab
ve zekât miktarını izaha gayret edelim.

901 KOYUN VE KEÇİLERİN (DAVARLARIN) ZEKÂTI: Saime
olan koyun ve keçilerde, nisab miktarı 40'dır. Bu miktardan aşağıda olanlar
için zekât gerekmez. Zira Resûl-i Ekrem (sav): "Her kırk davarda (Şat'da),
bir davar (Şat) zekât vardır"(105) buyurmuştur. Kırk adet saime koyun ve keçinin
üzerinden bir yıl geçerse; zekât olarak bir koyun verilir. 120'ye kadar, zekât
miktarı aynıdır.(106) Koyun miktarı 121 olunca; iki koyun zekât olarak verilir,
200'e kadar zekât miktarı aynıdır. 201 koyundan, 400 koyuna kadar zekât miktarı,
üç koyundur. Koyunların sayısı 400'e ulaşınca; zekât olarak dört koyun verilir.
Bu rakamdan sonra (Yani 400'den sonra) her 100 koyun için, bir koyun daha
verilir. Bu hususta icma tahakkuk etmiştir.(107)

902 Hz. Ali (ra)'den mevkûf ve merfû olarak rivâyet edilen bir Hadis-i Şerif'te:
"Zekâtta ancak "senî'" ve daha yukarı yaştakiler alınır"(108) hükmü beyan
buyurulmuştur. İmam-ı Azam Ebû Hanife (rh.a) ve İmam-ı Muhammed (rh.a)'in
kavillerine göre; koyunlardan zekâtın farz olması için, bunların en az bir
yaşında olmaları gerekir.(109) Âmil, zekât alırken koyunların en iyisini seçmediği
gibi, en cılızını almaz. Orta hallilerinden alır. Zîrâ Resûl-i Ekrem (sav):
"İnsanların mallarının en üstün vasıftakilerin (Hazeratını) almayınız. Onların
mallarının orta hallilerini (vasat) alınız"(110) buyurmuştur. Dikkat edilecek
husus, zekât olarak alınan ganem'in (Koyun ve keçi'nin) kurban edilebilecek
vasıfta olmasıdır. Resûl-i Ekrem (sav) döneminde bir koyunun bedeli, beş dirhem
gümüştür.(111)

903 SIĞIR VE CAMÛS'UN (BAKAR'IN) ZEKÂTI: Saime olan
sığır ve camûs'un nisabı 30'dur. Yani 30'dan az olan sığırlar için zekât gerekmez.
Nisaba ulaştığı zaman, zekât olarak iki yaşına girmiş erkek veya dişi buzağı
(tebi veya tebie) verilir. Sığırların Sayısı 40'a varıncaya kadar, ilave birşey
vermek gerekmez. Sığırların sayısı kırka ulaşınca, zekât olarak üç yaşına
girmiş erkek veya dişi (müsin veya müsinne) daha verilir.(112) Zira Resûl-i
Ekrem (sav): "Her otuz sığırda bir tebi veya tebie, her kırk sığırda da bir
müsin veya müsinne zekât vardır"(113) buyurmuştur. Sığır sayısı 60'a varınca,
zekât olarak iki yaşına girmiş erkek veya dişi;,iki buzağı verilir. Sığırların
zekâtının hesablanmasında, 60'dan sonra "Otuz" veya "Kırk" sayılarına itibar
edilir. Yani 60'dan sonra her otuz sığır için; iki yaşına girmiş bir buzağı
veya her kırk sığır için, üç yaşına girmiş bir dana hesabı ile zekât ödenir.
Tahavi şerhinde de böyledir.(114) Zekât hususunda manda (Camûs) sığır gibidir.
Bunlar karışık bulunduğu zaman sayı olarak birbirlerine ilâve edilir. Esâsen
Arapça'da "Bakar" kelimesi, hem sığırı, hem de manda'yı (Camûs'u) içine alır.
Mükellef sığır ve mandadan hangisi çoksa, ondan zekâtı öder.(115)

904 DEVELERİN ZEKÂTI: Beş adetten daha az olan Saime
develer için zekât yoktur. Beş deveden sonra, bir yaşını bitirmiş bir koyun
zekât olarak verilir. Esasen 25 deveden az olan develer için, her beş devede
bir koyun zekât verilir. Deve adedi 25'e varınca, zekât olarak iki yaşına
basmış dişi bir deve verilir, deve adedi 35'e varıncaya kadar durum böyledir.(116)
Deve sayısı 36'ya varınca, zekât olarak üç yaşına girmiş dişi bir deve verilir,
deve sayısı 45'e varıncaya kadar durum böyledir. Deve sayısı 46'ya varınca
zekât olarak dört yaşına girmiş bir dişi deve verilir. Altmış deveye kadar
durum yine aynıdır. Deve sayısı 61'e varınca beş yaşına basmış dişi bir deve
verilir, 75 deveye kadar durum aynıdır. Deve sayısı 76'ya varınca, üç yaşına
basmış iki adet dişi deve verilir. Deve sayısı 90 oluncaya kadar durum aynıdır.
Deve sayısı 91 olunca, dört yaşına girmiş iki adet dişi deve verilir. Deve
sayısı 120'ye varıncaya kadar durum böyledir.(117)

905 İmam-ı Azam Ebû Hanife (rh.a) ile İmam-ı Muhammed (rh.a)'in kavillerine
göre: "Saime olan develerden, zekât olarak verileceklerin en az iki yaşına
basmış olmaları gerekir. Develerin sayısı tesbit edilirken; küçük ve kör olan
develer de hesaba alınır. Ancak bunlar zekât olarak verilmezler. Amil; durumu
itibariyle vasat'ın altında olan bir deveyi zekât olarak almaz!. Ya verilmesi
gerekenin aynısını ister veya onun kıymetini taleb eder."(118)

906 DİĞER HAYVANLARIN DURUMU: İmam-ı Merginani: "Senenin
ekseri günlerini kırlarda otlayarak geçiren atlar (yani saime atlar) ister
erkek, ister dişi olsun sahibi muhayyerdir. Dilerse her at için bir dinar
verir, dilerse onun kıymetini tesbit eder ve her ikiyüz dirhem gümüş için
beş dirhem verir. Bu İmam-ı Azam Ebû Hanife (rh.a)'nin kavlidir, aynı zamanda
İmam-ı Züfer (rh.a)'in kavlidir. İmam-ı Muhammed (rh.a) ve İmam-ı Yusuf (rh.a)
ise Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Bir müslümanın; ne kölesi, ne de atı için üzerine
sadaka yoktur" kavlini esas alarak, demişlerdir ki, atlarda zekât yoktur.
İmam-ı Azam Ebû Hanife (rh.a) ise, Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Her saime olan
at için, bir dinar veya on dirhem zekât vardır" kavlini esas almıştır. İmam-ı
Muhammed (rh.a) ile İmam-ı Yusuf (rh.a)'un rivayet ettikleri hadisin te'vili,
Hz. Zeyd b. Sabit (ra)'den rivayete göre mücahid'in (Gâzi'nin) atıdır. Atların
dinar ile kıymetini takdir hususundaki muhayyerlik ise Hz. Ömer (ra)'den rivayet
olunmuştur(119) hükmünü zikreder. Feteva-ı Hindiyye'de; atlar hususunda zekâtın
olmadığı "Fetvâ" olan görüş şeklinde beyan edilmiştir. Ancak hemen devamında
da: "Ticaret için olan atlar, zekâta tabidirler. Kafi'de de böyledir. Bunların
hükmü, diğer ticaret eşyasının hükmü gibidir. Eğer bunların değeri nisab miktarına
ulaşırsa; ister saime olsun, ister yemle evde beslensin zekâta tabi olurlar.
Muzmarat'ta da böyledir"(120) denilmektedir. Dolayısıyla ticaret için beslenen
atlar, zekâta tabidir. Ancak binmek, yük taşımak ve bunun gibi sebeblerle
evde beslenen atlar için zekât yoktur.

907 Yük taşımakta kullanılan katır ve eşekler için, zekât yoktur. Bu hususta
Resûl-i Ekrem (sav)'e sual sorulmuş ve Resûl-i Ekrem (sav) de: "Onlar hakkında
bana herhangi bir vahiy gelmedi"(121) hükmünü beyan buyurmuştur. Ancak bunlar
da ticari niyetle beslenirse zekâta tabi olur.(122)

908 Molla Hüsrev: "Zekât ibadetindeki nisablar, Resûl-i Ekrem (sav)'den işitilerek
sabit olur, kıyas yoluyla sabit olmaz"(123) buyurmaktadır. İmam-ı Merginani:
"Zekât, ihsan olunan mal nimetine şükür için farz kılınmıştır. Nisab'ın başlangıçta
şart kılınması, zenginliğin tahakkuku içindir"(124) hükmünü zikreder. Dolayısıyla
mü'minler, nisab miktarı mala sahib oldukları zaman, dünyevi endişelere kapılıp
(ve başkaları ile kendi halini kıyaslayarak) hile yoluna sapmamalıdırlar.
Çünkü Allahû Teâla (cc) kalblerde gizlenenleri de hakkı ile bilir.

ALTIN VE GÜMÜŞ'ÜN ZEKÂTI

909 Resûl-i Ekrem (sav)'in Hz. Muaz (ra)'a hitâben: "Her iki yüz dirhem gümüşten
beş dirhem ve her yirmi miskal altından yarım miskal zekât al"(125) emrini
verdiği bilinmektedir. Hanefi fûkahası bu Hadis-i Şerifi esas alarak, "Her
iki yüz dirhem gümüş için beş dirhem zekât vermek farzdır. Aynı şekilde her
yirmi miskal altın için de, yarım miskal zekât gerekir. Bunların sikkeli olup-olmaması,
ticari niyetle veya zînet kasdıyla bulundurulup - bulundurulmaması durumu
değiştirmez. Her halûkârda zekâtlarını vermek farzdır"(126) hükmünde ittifak
etmiştir. Bir miskal 4,8 gram olduğuna göre, yirmi miskal altın 96 gram eder.
Yine bir dirhem 3,2 gram olduğuna göre 200 dirhem gümüş 640 gram ağırlığındadır.
Dolayısıyla bu nisaba malik olan mükellef, üzerinden bir yıl geçince zekâtını
vermek durumundadır. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Mallarınızın kırkta birini (Rub'u
öşrünü) getiriniz" emrini verdiği bilinmektedir. Dolayısıyla mükellef, nisab
miktarından fazla olan altın ve gümüşünün üzerinden bir yıl geçer-geçmez derhal
zekâtını edâ etmek durumundadır. Çünkü bu bir ibadettir.

910 İmam-ı Şafii (rh.a) "kadınların zinet eşyalarının ve erkeğin gümüş yüzüğünün
zekâta tabi olmadığını" beyan etmiştir. Esas aldığı husus, bunların kullanılmalarının
mübah olduğu ve günlük elbiseye benzediğidir. Hanefi fûkahası Resûl-i Ekrem
(sav)'den rivayet edilen şu Hadis-i Şerifi esas almıştır: Resûlullah (sav)
kollarında altından bilezikleri olan iki kadına: "Bileziklerinizin zekâtını
veriyor musunuz? diye sordu. O iki kadın da: "Vermiyoruz" diye cevab verdiler.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sav): "İkiniz de o bileziklerinizin zekâtını
veriniz"(127) buyurdular. Dolayısıyle kadınların zinet eşyası olarak kullandıkları
altın ve gümüşlerin de zekâtı vardır.

911 Altın ve gümüşün zekâtları, itibarî kıymetlerine göre değil, vezinlerine
(ağırlıklarına) göre verilir. Bu İmam-ı Azam Ebû Hanife (rh.a) ve İmam-ı Yusuf
(rh.a)'un kavlidir. Ancak mükellef malın zekâtını, kendi cinsinden değil de,
başka birşeyle (meselâ para ile) verecek olursa, bu durumda kıymetine itibar
edilir.(128) Nisabı tesbit noktasında da; kıymetleri değil, ağırlıkları esastır.
Bu hususta icma vardır. Dirhemlerde (Madeni paralarda) gümüş miktarı katkı
maddelerinden fazla ise, gümüş hükmündedir. Altında da durum aynıdır. Katkı
maddeleri altın ve gümüşten fazla ise bunlar ticaret malı hükmündedir.(129)
Ticâret mallarının kıymeti, altın ve gümüş üzerine ilâve edilir. Altın ve
gümüşten yapılmış, tabak, kaşık, çatal ve bunun gibi ev eşyaları da zekâta
tabidir.(130) Çünkü bu iki maden, hılki olarak nâmî (üreyici, değeri artıcı)
hükmündedir. Üzerinden bir yıl geçince, zekâtları edâ edilir.

TİCARET MALLARININ ZEKÂTI

912 Altın, gümüş ve saime'lerin (otlak hayvanlarının) dışında kalan ticaret
mallarına "Uruz" denir. Cinsi ne olursa olsun, ticaret mallarına, nisaba ulaştığı
takdirde zekât farzdır.(131) Bir kimse ticaret mallarının zekâtını dilerse
"Gümüş" nisabını, dilerse "Altın" nisabını esas alarak, edâ eder. Ancak ticaret
malları bunlardan birisinin nisabına ulaşmazsa; hangisinin nisabına ulaşıyorsa,
ona göre vermesi icab eder. Bahrû'r Raik'te de böyledir.(132) Diyelim ki,
ticaret malı, altının nisabına ulaşmıyor, ancak gümüşün nisabı sene başında
mevcud!.. Bu durumda sene sonunda, gümüş nisabına göre zekât verir. Zira Resûl-i
Ekrem (sav): "Ticaret mallarının (Uruz'un) kıymeti tayin edilir ve her ikiyüz
dirhem (gümüş para) mukabilinde beş dirhem edâ edilir"(133) buyurmuştur. Cinsleri
ayrı bile olsa, ticaret malları birbirinin üzerine ilâve edilerek hesaplanır.
Yakût, inci ve cevahir gibi kıymetli madenler, sırf süs eşyası olarak kullanılıyorsa,
zekâta tabi değildir. Ancak ticari maksadla bulunduruluyorsa, zekâtlarının
verilmesi esastır. Bu husus mükellefin niyetiyle ilgilidir. Ticari maksadla
(tasarruf etmek veya alıp - satarak kazanmak niyetiyle) bulundurulan otomobillerin
zekâtlarının verilmesi şarttır.

913 Nisab, senenin başında ve sonunda tam olduğu zaman, sene içirisinde eksilmesi
zekâta mani olmaz. Zira sene içerisinde, onun (Nisabın) tam olup-olmadığını
hesap etmek oldukça güçtür. Senenin başında nisabın aranması, zenginliğin
tahakkuku, sene sonunda aranması ise, vücûbu için zaruridir.(134)

MADENLERİN VE DEFİNELERİN (RİKAZ'IN) ZEKÂTI

914 Önce "Rikaz" kelimesi üzerinde duralım. Bu kelime "Rekiz"den alınmadır,
türemiş değildir. Yerin altında gömülü olan, maden ve definelerin tamamını
içine alan bir ıstılâhtır. "Maden" kelimesi "adn"dan alınmadır. "Adn", bir
yerde oturmak, karar kılmak manasınadır. Allahû Teâla (cc)'nın arzı yarattığı
zaman, onun terkibine kattığı cüzler manasına meşhur olmuştur. "Mâden" denince
akla bu gelir.(135) Molla Hüsrev: "İster Allahû Teâla (cc)'nın yaratması sonucu
tabii olarak bulunsun, isterse insan tarafından gömülmüş olsun, mutlaka yer
altında bulunan mala "Rikaz" denir. Mâden ise, Allahû Teâla (cc)'nın yer altında
yarattığıdır. "Kenz"e gelince, o toprak altına gömülmüş definedir"(136) hükmünü
beyan etmektedir. Mâden ocaklarından çıkarılanlar mahiyet itibariyle üç çeşittir.
Birincisi: Ateşte eriyen madenler. Meselâ: Altın, gümüş, demir, Bakır ve kalay
gibi!.. İkincisi: Akıcı olan madenler. Meselâ: Petrol, zift ve sudan elde
edilen tuz gibi!.. Üçüncüsü: Akıcı olmayan ve ateşte erimeyen madenler. Meselâ:
Alçı, kireç, cevahir ve yakût taşları gibi.(137)

915 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Rikaz'da (Maden ve definelerde) beşte bir (humus)
vardır"(138) Hadis-i Şerifini esas alan Hanefi fûkahası; "Rikazı çıkaran kimsenin,
hür, köle, zimmi, çocuk veya kadın olması müsavidir. Beşte bir'den geriye
kalan (beşte dördü) kendisine aittir"(139) hükmünde ittifak etmiştir. Ancak
harbi, rikazı, Ulû'lemr ile herhangi bir anlaşma yapmadan çıkarırsa, kendisine
hiçbir şey verilmez, tamamına el konulur. Ancak "Ulû'lemr"le anlaşma sonucu
çıkarırsa, anlaşma şartlarına riayet edilir. Zira ahidlerde vefalı olmak vacibtir.


916 Kenz'de (Definelerde) durum farklıdır. Üzerinde Kelime-i Şehadet gibi,
İslâmî bir alâmet bulunan kenz'de (Definede) "Bulunmuş mal" (Lukata) hükmü
geçerlidir. Zira o mü'minlere aittir. Üzerinde put (resim ve heykel) gibi,
küfür alâmeti bulunan define'de (Kenz'de) ise, beşte biri alınır!.. Geriye
kalanın hükmü ise, eğer o beldeyi silâhla fetheden mücahidler hayatta ise
onlara aittir. Değilse bulana verilir.(140) Serahsi'nin muhıyt'inde de böyledir.
Bulunan eşyaların üzerinde, işaret kesin olarak belli olmazsa, zahiri mezhebe
göre cahiliyye'ye ait kabul edilir. Kafi'de de böyledir.

917 Bir mü'min; Darû'l Harb'e girip, Darû'l Harb'in sahrasında bir define
veya altın ve gümüş madeni gibi; bir maden bulsa, o define veya maden kendisine
aittir. O mü'minden, ister emanla, ister gizlice girmiş olsun beşte bir alınmaz.
Zira eline mübah olan bir malı geçirmiştir. Beşte birin (Humusun) vacib olmamasının
sebebi, o mü'min malı, harbi'lerden sessizce ele geçirmiştir.(141) Bu hususta
takip, edilecek yol, bu gibi şeyleri fakirlere sadaka olarak dağıtmaktır.
Bahrû'r Raik'te de böyledir. Bu müslüman Darû'l Harb'e, emansız girmiş ise
beşte bir vermeden, tamamı kendisinin olur. Serahsi'nin Muhıyt'inde de böyledir.(142)
Meselenin özü şudur: Darû'l Harb'e emanla giren bir mü'min ahid yapmıştır.
Her ne kadar, ele geçirdiği rikaz kendisine ait ise de, ahde vefa çiğnenmiş
olur. Bu durumda, ele geçirilen rikazın tamamının fakirlere tasadduk edilmesi
münasibtir. Ancak Darû'l Harb'e "Emansız" girdiği zaman, harhangi bir ahid
sözkonusu değildir. Dolayısıyla bulduğu rikaz "Ganimet" hükmünde olur. Bir
İslâm beldesi istilâya uğrarsa; orda bulunan mü'minler esir hükmüne geçerler.
Dolayısıyla küfür ahkâmı ile hükmeden siyasi güçlere karşı mücadele etmeleri
esastır. Bu gibi durumlarda ele geçirilen "Rikaz", mü'minlerin kendi içlerinden
seçtikleri harp emirine teslim edilir. O belde Darû'l İslâm haline gelinceye
kadar, gücü yeten bütün mü'minler cihada devam eder. Çünkü Darû'l Harb'te,
"Ganimet'lerin" taksimi sözkonusu olamaz.

ZİRAİ MAHSÛLLERİN VE MEYVALARIN ZEKÂTI (ÖŞÜR)

918 İmam-ı Kasani "Öşür'ün" (Zirai mahsûllerin ve meyvaların zekâtının) kitap,
sünnet ve icma ile sabit olduğunu beyan ettikten sonra: "Bu hususta Allahû
Teâla (cc)'nın şu kavli vardır: "Ey iman edenler!.. (Hak yolunda) infakı,
kazandıklarınızın en temizlerinden ve sizin için yerden çıkardıklarımızdan
yapınız" (El Bakara Sûresi: 267) Resûl-i Ekrem (sav)'de: "Yağmur ve akar sularla
(külfetsiz) olarak sulanan yerlerin mahsûlünden onda bir (Öşür), diğerlerine
(Dolap ve kovalarla sulananlarda) yarım öşür (yirmi'de bir ) vardır" buyurmuştur.
Sahebe-i Kiram'da "Öşür" hususunda icma etmiştir"(143) hükmünü beyan eder.
İbn-i Abidin: "Öşür 1/10 (Onda bir) demektir. Burada ondan murad öşre nisbet
edilen şeylerdir. Tâ ki ünvan, öşrün yarısına ve iki katına da şamil olsun.
Hamevi. Musannıfın öşrü zekât bahsinde zikretmesi, o da zekâttan sayıldığı
içindir. Fetih sahibi diyor ki; "Öşre zekât denilmesi, imameyn'in kavline
göredir, diyenler vardır. Çünkü onlar nisabı ve mahsûlün devamını şart koşmuşlardır.
İmam-ı Azam'ın kavli bunun hilafınadır. Ama bu sözün bir kıymeti yoktur. Zira
öşürün zekât olduğunda şüphe yoktur. Hatta o da, zekâtın verildiği yerlere
verilir"(144) diyerek, konunun zekâtla olan ilişkisini zikrediyor. Evet!..
Öşür, zirai mahsullerin ve meyvaların zekâtıdır ve kat'iyyen terkedilmeyecek
bir ibâdettir.

919 Herhangi bir topraktan; zirai faaliyetler sonucunda elde edilen mahsûlden
ya "Öşür" alınır veya "Haraç" taleb edilir. Hanefi fûkahası: "Bir müslümanın
arazisinde öşür ve haraç birleştirilmez" Hadis-i Şerif'ini esas alarak, her
ikisinin de aynı anda terkedilemeyeceğine kail olmuştur. İbn-i Hümam: "Öşür
toprak sahibinin müslüman olmasına, haraç ise gayr-i müslim (zimmi) olmasına
dayanır. Bu bakımdan, toprak sahibinin aynı anda hem müslüman, hem de gayr-i
müslim olması imkansız olduğu için, her ikisi birleşemez. Bu mümkün değildir"(145)
hükmünü beyan eder. İmam-ı Merginani: "Bizim için (Hanefi fûkahası) Resûl-i
Ekrem (sav)'in: "Bir müslümanın arazisinde öşür ve haraç birleştirilmez" kavli
vardır. Ayrıca âdil ve zâlim halifelerden hiçbirisi, her ikisini bir toprakta
birleştirmedi. Onların icmaı hüccet olmaya kafidir. Kaldı ki "Haraç"; kahren
ve cihad sonucunda fethedilen arazilerin sahiblerinden alınır. Öşür ise, gönül
rızasıyla İslâm'a teslim olan kimselerden taleb edilir"(146) buyurmaktadır.
İbn-i Abidin'de: "Küfür ibadete zıt olduğundan" sözü, haraç almanın illetidir.Yâni
sadece haraç vacip olur, öşür lazım gelmemesi, öşürde ibadet manası olduğundandır.
Küfür ibadete zıttır"(147) hükmü kayıtlıdır. Meselenin özü şudur: Bir toprak,
ya "Öşre" tabidir, ya da "Haraç'a". Birisi ibadettir, diğeri ise ceza!.. Ziraatle
meşgul olan mü'minler bunu iyi düşünmelidirler.

920 Hanefi fûkahası: "Zirai mahsullerden ve meyvelerden zekât vermek farzdır.
Bunun farz olmasının sebebi; arazinin verimli olması ve haraç arazisi olmamasıdır.
Yerin hakikaten ve takdiren verimli olması öşür almanın sebebidir. Öşür'ün
vücûbunun şartı ikidir: Birincisi: Ehliyet sahibi olmak (yani müslüman olmak)
bu şartta herhangi bir ihtilaf yoktur. İkincisi: Öşrün farz olduğunu bilmek!..
Akıl ve bülûğ öşrün vücûbunun şartlarından değildir. Hatta öşür çocukların
ve delilerin topraklarından da alınır. Zira o arazide de rızık olma manası
vardır. Bu sebebledir ki öşürü Ulû'lemr'in cebren (zorla) alması caizdir.
Bu şekilde alınırsa öşür borcu sakıt olur, fakat mükellef sevab alamaz. Keza
üzerinde öşür borcu mevcud iken ölen kimsenin terekesinden bu borç alınır"(148)
hükmünde müttefiktir. İmam-ı Azam (rha) Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Arzın (toprağın)
içinden çıkan şeyde öşür vardır"(149) Hadis-i Şerifini esas alarak: "Topraktan
çıkan az veya çok şeyde öşür vardır. İster yağmur ve akarsu ile sulansın,
ister başka yolla sulansın durum değişmez. Ancak odun, kamış ve kuru ot öşüre
tâbi değildir" hükmünü beyan eder. Esasen: "Yağmur suyu veya dere suyu ile
(külfetsiz olarak) sulanan topraklarda, nisab şartı aranmaksızın öşür vacip
olur"(150) hükmünde ittifak edilmiştir.

921 İmam-ı Muhammed (rha) ile İmam-ı Yusuf (rha) Resûl-i Ekrem (sav)'in "Beş
vesk'ten daha azında sadaka yoktur"(151) Hadis-i Şerifini esas alarak; zenginliğin
tahakkuku için asgari beş vesk'i nisab olarak şart görmüşlerdir. İmam-ı Merginani,
bu hususu beyan ettikten sonra: "İmameynin esas aldıkları Hadis-i Şerif'in
tevili, ticaret malının zekâtıdır. Çünkü onlar; veskleri esas alarak alışverişle
meşgul oluyorlardı. Bir veskin itibari değeri kırk dirhemdir. Kaldı ki rivayet
edilen haberde mâlike itibar yoktur. Bu durumda sıfatına nasıl itibar edebiliriz.
Bu sıfat ise zenginliktir. Esasen öşürde; üzerinden bir yıl geçmesi (Havelanü'l
havl) şartı da aranmaz. Zira havelan-ı havl; nemalandırmak içindir. Halbuki
toprak ma
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.dostumcelaleddin.tr.gg
 
ZEKÂT'IN TARİFİ VE ÖNEMİ
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Namazın Önemi

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Celaleddin Ada Fan Club :: zekat-
Buraya geçin: